Kadere Bak... Hikâyesi-Öyküsü
Genç adam, köyüne gidecekti. Sabahleyin erkenden otomobiline bindi, yola çıktı. Çoluk çocuğunu yanına almamıştı. Yalnızdı. Şehrin kenar mahalleleri geride kalırken güneş doğmuş, ışıl ışıl bir gün başlamıştı. İçi içine sığmıyordu, Radyonun düğmesini çevirdi. Bir türkü: "Azrailin gelir kendi / Ne ağa der, ne efendi / Sayılı günler tükendi / Yolun sonu görünüyor..."
Biraz hüzünlenir gibi oldu. Boşver, dedi; dünya işte!... Sevdiklerine kavuşacağı anı hatırladı. Mutlulukları, sevinçleri görür gibi oldu. Ruhunu ılık bir duygu doldurdu. İç geçirdi.
Artık şehirden kurtulmuştu. Önünde yaklaşık üç saatlik bir yol vardı. Acele etmiyor, güzel şeyler düşünmeye çalışıyordu.
Ne olduysa tam o sırada oldu. Sol taraftan silme bir otomobil geçti. Elektrik çarpmış gibi titredi. Direksiyon hâkimiyetini kaybetti. Otomobil şarampole sürüklendi, ancak durabildi. Korkmuştu. "Kelle mi götürüyorsunuz? diye söylene söylene otomobilden indi.
Tehlikeli bir şekilde kendisini sollayan lüks otomobil az ilerde çaprazlamasına yolun ortasında durdu .
Resmen yolu kesilmişti. Üstelik güpegündüz. Şaşırdı, biraz da panikledi. Otomobilden el kol hareketleri yaparak ve bağırıp çağırarak inen iri yarı iki adam, kendine doğru geliyordu.
"Ulan sen, canına mı susadın?" "Kör, sağına soluna bir baksana!" "Kaplumbağa gibi gidiyorsun."
"Neden yol vermiyorsun?" diye bağırıp çağırmaya, hakaretler etmeye devam ediyorlar; küfürler savuruyorlardı.
Genç adam şaşırmıştı. Biraz ürkek,
"Ben, kimseyi yol vermezlik yapmadım kendi yolumdan gidiyordum." diyecek oldu.
Dinlemediler bile. Biraz öfkelendi.
"Sizi şikâyet edeceğim. dedi, yüksek sesle. Sen misin onu söyleyen Biri üzerine atladı.
"Bak ulan hala konuşuyor." diyerek yakasından tuttu. Belinden tabancasını çıkardı, başına dayadı. "Ulan sen, kim olduğumu biliyor musun? Seni gebertsem, şahidin bile olmaz." diye bağırıyor; bir
taraftan sarsıyor, tartaklıyordu
İyiden iyiye korkmaya
Sponsorlu Bağlantılar
başladı. Bir an, "galiba yolun sonuna geldik" diye düşündü.
Yakasını tutan ve başına silah dayayan kişi, arkadaşının, "bırak şu pisliği, işimiz acele." uyarısıyla yakasını bıraktı. Bırakmadan önce şarampole doğru itti. Genç adam, sendeledi, dengesini kaybetti, yere
yuvarlandı. Bütün olaylar, kaşla göz arasında olup bitmişti.
Bu arada olay yerinden birkaç otomobil, birkaç kamyon ve bir otobüs geçti. Belki görenler, "ne oluyor?" diye baktılar. O kadar...
Korkudan neredeyse dili tutulan adam toparlandı, kalktı. Üstünü başını düzeltti. Biraz üzgün, biraz ürkek arabasına bindi. Torpido gözünden alelacele çıkardığı kalem ile şikâyet etmeyi düşündüğü kişilerin otomobilinin güç bela aklında tuttuğu plakasını avucuna yazdı.
Tabir yerindeyse eşkıya, kuş olup uçmuştu.
Otomobilini şarampolden yola çıkardı. Canı sıkkındı. Onca mutlu andan ve güzel düşüncelerden sonra ölümle burun buruna gelmişti. Hayatında duymadığı küfür ve hakaretleri duymuş, hırpalanmış, tehdit edilmişti. Şikâyet edecek olsa, nasıl ispat edecekti? Sonra bu musibet insanlardan nasıl kurtulacaktı? Olanlar, çok gücüne gitmişti. Karmaşık duygular içindeydi. Mazlum bir insan edasıyla ve sabrıyla bütün olanları içine attı. Yoluna devam etti.
Bir müddet sonra da yolun kenarındaki kalabalığı fark etti. Bir trafik kazası olduğunu düşünerek otomobilini yolun kenarına çekti. Kalabalığın olduğu yere gitti. Hurda haline gelmiş bir otomobilden çıkarılan iki ceset yere gelişigüzel uzatılmış, henüz üzerleri bile örtülmemişti.
Gördüklerine inanamadı. Emin olabilmek için otomobilin plakasına baktı, sonra göz ucuyla avucunun içine. Sarsıldı. Dili, damağı kurudu. Otomobil, o otomobil; ölenler, o adamlardı.
Kalabalığa "Ben, bu adamları tanıyorum." diye seslenmek istedi, sonra vazgeçti. Yazık, çok yazık!" diye geçirdi içinden ve hızla oradan uzaklaştı.
Otomobiline bindi, yoluna devam etti. Bütün olanlara rağmen yine de üzülmüştü.
Mustafa USLU