Balıkçının Oğlu Okuma Masalı

balikci1Bir varmış, bir yokmuş, Allahın kulu pek çokmuş. İnebolu, Yanbolu; iki boş bir dolu, bende bilmece dam dolu.

 

Evvel zamanların birinde, bir padişahın ülkesinde, fukara bir balıkçı vardı. Gün geldi balıkçı öldü, bir oğlu kaldı arkada. Babasının sanatını eline alarak, o da balık avcılığına başladı. Gecelerden bir gece, bir düş gördü. Diyordu ki, bir ses. “Yarın tutacağın balıklar, tılsımlıdır. Sakın ha bunları satma”. Sabah olunca, balıkçının oğlu, her günkü gibi balığa gitti. Fakat ancak iki tane balık tutabildi. Biri yeşil, biri esmer. Bunları bir kabın içine koyup evine getirirken, sokağın başında, bir Yahudi’yi, kendini bekler buldu. Meğerse aynı gece Yahudi de bir düş görmüş, ona da bir ses söyle demişti. “Balıkçının oğlunun bugün tutacağı balıklar, tılsımlıdır. Tanesine ne isterse istesin, verip al”. Böylece Yahudi, balıkçının oğlunun gördüğü düşten habersiz, balıklara alıcı çıktı. Delikanlı önce satmam diye direndiyse de, Yahudi’nin tatlı dilinden ve teklif edilen paranın çekiciliğinden kendini kurtaramayacak esmer balığı sattı, yeşil balıkla evine geldi. Yahudi’ye satılan balık, her gün bir sarı altın kusuyordu. O altınları kusa dursun, biz gelelim balıkçının oğluna, gördüğü rüyayı pek önemsememişti. Ertesi gün, her zamanki işine giderken, kabın içindeki balığı unutmuştu bile. Akşam eve gelip içeri girdiğinde, gözleri değirmen taşı gibi açılmış, dili tutuluvermişti. Evi öylesine bir tertipli, düzenli ve silinip süpürülmüş buldu ki, buna bir türlü aklı yatmıyordu. Bir gün böyle, her gün böyle… Günlerden bir gün, bunda bir iş var diyerek, evinin bir yanına saklandı. Biraz sonra bir de ne görsün? Balık, kabından dışarı fırladı. Likabından sıyrıldı, ayın on dördü gibi güzel bir kız ortaya çıktı. Balıkçının oğlu tüm yuttu küçük dilini, Kızı uzun uzun seyre daldı. Sonra aklına ilk gelen şey, balığın likabına el koymak oldu. O anda kız dilenerek: 

 

“Aman yiğidim, likabıma sakın zarar verme. Belki gün gelir bir sıkıntıya uğrarsın, ben seni kurtarabilirim o zaman,” dediyse de, balıkçının oğlu likabı ateşe atıp yaktı. Komşular, balıkçının oğlunun hallerinden şüpheye düşmüşlerdi. Bir gün evi gözetleyen biri, güzeller güzelini görünce, yemedi, içmedi, bunu gidip ülkenin padişahına yetiştirdi.

 

“Aman padişahım, balıkçı o ğlunun evinde öylesine bir güzel var ki, ancak sizlere yaraşır,” deyince, padişah hemen vezirini yanına alıp, balıkçı oğlunun evine doğru yürüdü, güzeller güzelini gördü. İçi gitti ama işi yasasına uydurmak için, sarayına dönüp düşünmeye başladı. Sonrada balıkçının oğlunu huzuruna çağırıp: 

 

“Dünya güzelini nereden getirdin?” diye sordu. 

 

“Bir balığın içinde buldum,” dedi delikanlı. 

 

“Çinihindi’de bir dünya güzeli var. Ben asker çıkardım, onun saçını bile göremedim. Sen, ya yalancı, ya da sihirbazın birisin. Bu dünya güzelinin saçları tüm elmastır. Onun saçının bir peliğini bana getirdin, getirdin; getirmezsen, boynunu cellâda vurduracağım” der padişah.

 

Balıkçının oğlu saraydan ayrılıp, üzgün üzgün evine geldi. Bunu gören kız:

 

“Aman efendim, nedir tasan, böyle üzgünsün,” diye sordu. “Ben üzgün olmayayım da kimler olsun. Padişah benden Çinihindi güzelinin bir peliğini istedi. Kendisi o kadar asker saldığı halde, onun yüzünü bile görememiş, ben nasıl getiririm. Getirmezsem beni cellâda verecek, onun için üzgünüm.”

 

“Benim likabımı yakmasaydın. Çinihindi güzelinin saçını getirmek, bir an işi olurdu. Ama şimdi biraz zor olacak. Zorluğunu da sen çekeceksin. Şimdi beni iyi dinle.” Çinhindide, sarp bir dağın tepesinde, bir saray vardır. Sarayı, iyi yetiştirilmiş fiiller bekler. Bahçe kapılarında aslanlar, kaplanlar nöbet tutar. Tam şu sırada aslanlarla kaplalar beş gün için istirahatlıdırlar. Dünya güzeli de şu sırada uykudadır. Hemen ustura ile peliğinin birini keser, arkana bakmadan yürürsün. Arkana bakacak olursan, tılsım bozulur, o zaman devler seni paramparça ederler. Sözünü bitirince, hafifçe üfürdü, bir rüzgâr gelip balıkçı oğlunu aldı, göz açıp kapayıncaya kadar, sarp bir dağın üzerine bıraktı. Delikanlı, oyalanmadan saraya girdiğinde, Çinhindi güzelini gerçekten de uyur buldu. Peliklerinden birini kesip hemen gerisin geri döndü. Bir de Çinhindi güzeli uyandı ki, saçları kesilmiş. Hemen  “aslanlarım, kaplanlarım, salman “ diye bağırdıysa da, hayvanlar kuyruklarını bile kımıldatmadılar. Fillere koştu; filler dahi delikanlıyı yakalayamadılar. Bunları gören güzel:

 

“Eğlen biraz delikanlı Ben sihirli tarağımı alıp geleyim. Benim burada bulunmamın bir gerekçesi kalmadı artık. Ben de seninle geleceğim.”

 

Delikanlı, fillerin tehlikesinden kurtulunca, arkasına bakmadan, oturup kızı beklemeye koyuldu. Az sonra kız, zehirli tarağı elinde delikanlının yanına geldi.

 

“Yum gözlerini yiğidim,” dedi. Balıkçının oğlu gözlerini açtığında, kendini evinin kapısı önünde buldu. Ertesi gün kızın peliğini padişahın önüne bıraktı, dünya güzelini de birlikte getirdiğini söylemeden, evine döndü. Padişah baktı ki saçlar tüm elmastan, sevincinden yerinde duramaz oldu. Fakat balıkçı oğlunun işgüzar komşuları gene yemediler, içmediler, haberi saraya çabucak ilettiler.

 

“Bre

Sponsorlu Bağlantılar

kendini bilmez adam, diye kükredi padişah. Çinhindi güzelini kendine mi alıkoydum?”

 

“Fakat padişahım, siz benden saç istediniz, saç getirdim, dedi delikanlı. Kendisini istemediniz ki, size getireyim.”

 

Bunun üzerine padişah, bir an düşündü. “Ben bu balıkçı oğlundan, dünyada bulamayacak bir şey isteyim de, bulamasın. O zaman boynunu cellâda vurdururum, diye geçirdi içinden. Sonra delikanlıya dönerek:

 

“Bana üç tane cennet elması getirdin, getirdin. Getirmezsen, boynunu vurduracağım,” dedi.

 

Delikanlı saraydan ayrılıp, üzgün üzgün eve geldi. Bunu gören Çinhindi güzeli:

 

“Neden böyle üzgünsün yiğidim?” diye sordu. 

 

“Padişah benden üç tane cennet elması istedi. Ben cennet elmasını nereden bulurum. Ben üzülmeyeyim de, kim üzülsün. Cennet elması dünyada bulunur mu?” dedi delikanlı.

 

“Getirmezsem boynumu cellâda vurduracak.”

 

“Tasa etme yiğidim,” dedi kız. Ben sana yardım ederim. Sonra her ikisi evden çıkıp, ıssız bir yere vardılar. Sihirli tarağı şöyle bi sıvazladı k ız. Delikanlı kendini Kaf-ı Küf dağının cennet bahçesinde buldu. Bahçenin içinde iki havuz vardı. Biri altından, biri gümüşten. Türlü çiçekler bahçenin güzelliğini tamamlıyordu. Delikanlı, kızın dediklerini hatırlayarak, çiçeklerin arasına saklandı. Tam öğle üzeri, üç tane Zümrüdüanka kuşu gelip gümüş havuzun kenarına kondular. Sonra kuşlar esvaplarını çıkarıp birer huri kızı oldular, havuza girip yıkandılar. Durulanmak için altın havuza geçince, delikanlı, esvaplardan birini çiçeklerin arasına çekti. Durulanan huri kızları esvabını giyip uçtu. En son kalan esvapsız kaldı. O zaman delikanlı çiçeklerin arasından kendini gösterdi. 

 

“Bana üç tane cennet elması getirirsen, esvaplarını veririm” dedi. Huri kızı, elmaları getireceğine söz verdikten sonra esvaplarını giydi, cennete varıp bir heybenin terkisini elma ile doldurdu, bütün huri kızları ile helâlaşıp delikanlının yanına döndü. Çünkü insanoğlunu gören huri kızlarına artık cennet haramdı. 

 

“İşte yiğidim, dedi. Hem elmaları, hem kendimi getirdim. Ben artık senin eşin oldum. Delikanlı elinde tarağı s ıvazladı, bir anda kendini evinin kapısı önünde buldu. Hiç oyalanmadan heybenin terkisinden üç tane elma alıp padişahın huzuruna çıktı. Padişah, burcu burcu kokan elmaları görünce, hemen bir tanesini kesip yedi. Cennet elmasının çekirdeği iki tane olurmuş. Çekirdeklerin ikisini de masanın üzerine koydu, bunlar iki elma oldu. Cennet taamı tükenmez, çoğalır. Padişah bunu görünce:

 

“Aslanım, cennete nasıl vardın?” diye sordu.

 

“Allah diledi, vardım. Bunun üzerine padişah yeniden düşünceye daldı. Bu halini gören veziri:

 

“Padişahım, ne düşünürsünüz öyle?” dedi.

 

“Şu balıkçı oğlunun kerametlerini düşünüyorum.”

 

Balıkçının oğlu evine dönmüş, üç güzel kızın yanında oturuyordu. Bunu gören komşulardan biri, yemedi, içmedi, haberi çabucak saraya iletti.

 

“Aman padişahım, balıkçının oğlu bu sefer de bir huri kızı getirmiş. Böylesi ancak size yaraşır,” dedi.

 

Padişah hemen balıkçının oğlunu çağırttı ve: 

 

“Üç gün içinde, denizin ortasına, altlı üstlü bir saray yaptınsa, yaptın. Yapamazsan boynunu cellâda vurduracağım, diye kükredi.”

 

Balıkçının oğlu evine gene üzgün dönmüştü. Bu sefer huri kızı:

 

“Neden böyle üzgünsün yiğidim?” diye sordu.

 

“Padişah benden, üç gün içinde, denizin ortasına, altlı üstlü bir saray yapmamı istedi. Yapamazsam boynumu cellâda vurduracak. Ben üzülmeyeyim de kimler üzülsün?”

 

“Tasa çekme yiğidim, dedi huri kızı. Ben sana yardım ederim.” Sonra kapıya çıkıp, ellerini birbirine vurunca, bütün huri kızları güvercin olup geldiler.

 

“Her biriniz bir taş getirip denizin ortasına altlı üstlü bir saray yapacaksınız.” 

 

Güvercinlerden her biri bir yana dağılarak, az sonra birer taşla döndüler, göz açıp kapayıncaya kadar, denizin ortasına altlı üstlü bir saray yaptılar ki, dille anlatmak mümkün değil.

 

“Hadi şimdi git, o gözü doymaz padişaha, pek arzuladığı sarayının bittiğini söyle,” dedi huri kızı, balıkçının oğluna. Gelsin, gezip görsün içini.

 

Padişah verini alıp deniz kenarına geldi ki, gözleri bir anda sarayın güzelliği karşısında kamaşıverdi. Sonra kayıklara binip saraya girdiler. İşte ne olduysa, o zaman oldu. Huri kızının bir el çırpması ile binlerce güvercin, koyu bir bulut gibi üşüşüverdiler.

 

“Herkes, getirdiği taşını alıp, eski yerine götürsün,” dedi huri kızı. Bir anda, o göz kamaştırıcı saraydan ve o gözü doymaz gaddar padişah ile akıl hocası vezirinden en ufak bir iz bile kalmadı. Onları doyura doyura ancak engin denizin tuzlu suları doyurmuştu ama hayatları pahasına.

 

Balıkçının oğlu elli gün sazınan, altmış gün davulbazınan öylesine gösterişli bir düğün yaptırdı ki, konanlar göçtü, yiyenler içti, maşallah diyen geçti. Darısı öteki balıkçı oğullarının başına.