Güçsüzler Evi Hikâyesi-Öyküsü

Güçsüzler Evi

Hemşire okulundan mezun olduktan sonra atandığım ilk görev yeri, "Darülaceze Müessesesi" idi. Bu kurumun adını daha önce duymuştum ama ne olduğunu, nerede olduğunu bilmiyordum. Hatta "Darülaceze" kelimesinin ne anlama geldiğini bile bilmiyordum

 

Elimdeki sarı zarftan çıkan atama emrinde "İstanbul Belediyesi, Okmeydanı Darülaceze Müessesesi" yazıyordu. Bu sözcükleri "Devlet Memurluğu" görevinin oluşturduğu büyümüşlük duygusuyla ve on sekiz yaşımın kıpır kıpır ürpertileriyle birkaç kez okudum.

 

Önce sordum, soruşturdum, sonra aradım, araştırdım ve Darülaceze Müessesesinin, "yaşlılar için kurulmuş bir çeşit bakım evi" olduğunu öğrenebildim.

 

Sözcük anlamının ise "Güçsüzler Evi" olduğunu öğrendiğim bu kurumda, on bir ay çalıştım. Bu on bir aylık sürede, insan denen olguyu, en az on bir yılda tanıyabileceğim denli yakından ve derinlemesine tanıdım.

 

Oldukça geniş bir alanda kuruluydu Darülaceze. Birbirlerinden belirli uzaklıklarda, iki katlı bloklar vardı ve çevreleri, dışarıdan görünmelerini önleyecek yüksek duvarlarla çevriliydi.

 

Bana söylenildiği gibi yalnızca yaşlılar kalmıyordu Darülâceze'de.

 

Yaşlıların yanı sıra bedensel ve zihinsel engelliler, okul çağına gelmemiş kimsesiz çocuklar da yaşıyordu burada.

 

Her birinin yaşamı bir değil, birkaç romandı.

 

Yıllardır yatağından kalkamamış yatalak hastama, bahçeden topladığım çiçekleri verdiğimde, gözyaşlarıyla bana sarılışı, bugün gibi gözlerimin önünde.

 

Onun o an söylediği; "Ben yıllardır sonbaharı yaşıyordum, sen bana ilkbaharı getirdin kızım." sözleri hâlâ kulaklarımdadır.

 

Perihan vardı. Güzeller güzeli Perihan. Yaşıtım olmasına karşın beni gördüğünde "Anneee, anneciğim." diyerek koşardı peşimden. Ben Darülâceze'den dışarı çıkarken arkamdan küçücük bir çocuk gibi ağlardı. Zekâsı, üç yaşındaki bir çocuğun zekâ düzeyindeydi. Yaşamı boyunca tanıyamadığı anne sevgisini bende görmüştü ve o nedenle beni annesi gibi görüyordu,

Sponsorlu Bağlantılar

hatta annesi olarak biliyordu.

 

Bir de yuva bölümündeki çocuklar vardı Darülâceze'de. Genellikle kundak içinde ve bir polisin kucağında getirilmişlerdi oraya. Kimi bir cami avlusunda bulunmuştu, kimi bir apartmanın giriş bölümünde, kimi ise bir çöplükten kurtarılıp getirilmişti. Öylesine gereksinim içindeydiler ki anne sevgisine... Onları birkaç kez ziyaret etmeniz, avucunuzu kafacıklarında şöyle bir dolaştırmanız, sevgiyle sarılmanız yeterliydi, onların gözünde "anne" olmanız için.

 

Eski bir tiyatro oyuncusu Sadi Bey vardı. Sahne aldığı oyunları anlatırken, Darülâceze'nin o aşılması olanaksız görünen yüksek duvarlarını aşıp gençliğine ulaştığını gördüm gözlerinde.

 

Nermin Hanım, kırk yedi yaşındaydı ben çalışmaya başladığımda. Henüz lise öğrencisi iken merdivenlerden düşmüş ve bir daha da ayağa kalkamamış. Maddî durumu iyi olan ailesi ona tekerlekli sandalye almış, bir süre evde bakıcılarla durumu idare etmeye çalışmış ama... Onun "Darülâceze'de daha iyi bakılacağı" görüşüne, sonunda, en azından kendilerini inandırmışlar. Bu inançla bir televizyon bağışı ile Nermin'i de bağışlamışlar Darülâceze'ye. İlk zamanlar haftada bir yapılan ziyaretler giderek azalmış, sonunda hiç uğramaz olmuşlar.

 

Deniz vardı. Saçları bir oğlan gibi kısacık kesilmiş, görme engelli Deniz. Özel günlerde herkes onun çevresinde toplanırdı.

 

"Beni düşünceye salan geceleeeer!" diye yükselen yanık sesini dinlerler, sonra da onun görmeyen gözlerinden akan gözyaşlarını, kendileri de gözyaşı dökerek izlerlerdi.

 

Hafta sonları Darülâceze'nin dışına çıktığımda, bir başka dünyaya ayak basmış olurdum. Yanıbaşımdan neşeyle, gülerek geçen kişileri kollarından tutup durdurmak isterdim. Onlara, tüm zamanını kapalı duvarların ardında geçirmek zorunda kalan bu kişilerin yaşamını anlatmayı düşünürdüm. Aradan bunca yıl geçti. Mermin Hanım, Sadi Bey, Deniz belki yaşamıyorlar şimdi. Ama Darülâceze'de, bir çok bakım evinde, huzurevinde binlerce çocuk, genç, yaşlı, güçsüz kişi saçlarını okşayacak sımsıcak bir avuca, tatlı bir dile, bir güleryüze özlem duyarlar.

 

Kapının dışından duyulan her sese, aynı çeviklikte kulak kabartıyorlar; "Ziyaretçin var!" diye kendilerine seslenileceği umuduyla...

Nuray BARTOSCHEK