Küçücük Bir Hediye Masalı
Gözlerimi açıp heyecanla dışarıya baktığımda gördüğüm manzara, ne yazık ki heyecanıma cevap veremeyecek kadar tersti o gün. Rüzgâr, yağmur, kapkara bulutlar, ne ararsan vardı…
İlk Öğretmenler Günü’mdü benim… Taşımalı eğitim yapan bir köyde öğretmenlik yapmaya başlamamın üzerinden tam dokuz ay geçmişti. Sabırsızlıkla beklediğim bu günün, nasıl geldiğini anlayamamıştım bile.
Yaşayacağım ilk 24 Kasım Öğretmenler Günü için özenle hazırlanmaya başladım. O gün için özel olarak aldığım tayyörümü, soğuktan donacağımı bile bile giyerek, özenle hazırladığım konuşmayı bir kere daha ayna karşısında okudum. Okulun en genç öğretmeni olarak günün ve öğretmenliğin anlamını açıklama görevi bana verilmişti çünkü.
Tahmin ettiğim gibi ince ince çiseleyen yağmur altında, esen rüzgârın içimizi titrettiği soğuk bir havada yaptığımız törende herhalde en heyecanlı olan bendim. Çok güzel olan törende konuşmamı heyecanla okumuş, öğretmen arkadaşlarımla beraber oluşturduğumuz koroyla birlikte marşlar ve şarkılar söylemiştik. Öğrencilerimiz de bizleri şaşkınlıkla ama büyük bir dikkatle izlemişlerdi.
Üşüdüğümüz törenden sonra hep birlikte sınıfa geçtiğimizde, teker teker öğrencilerimin gözlerinin içine baktım. Aklımdan neler geçmiyordu ki! Çalıştığım köyü ilk gördüğüm an, sınıfıma ilk girdiğim gün, okuma-yazma öğretmek için sarf ettiğim çabalar, bahçede koşuşturup oyun oynamamız, öğrencilerimle pikniğe ya da onların deyimiyle kıra gidişimiz…
Sınıftan yükselen gürültü düşüncelerime ara vermişti. Mini mini birlerim her zamanki gibi sabırsızlanarak, “örtmeniim!” diye seslenmeye başlamışlardı. Sıraları dolaşıp öğrencilerimi öpmeye, benim için ne kadar önemli olduklarını, onları ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha ifade etmeye çalışmıştım. Hepsi de ufak tefek hediyeler getirmişlerdi. ‘Hediye getirmeyin, benim için en güzel hediye sizin çok çalışmanız, iyi birer öğrenci olmanızdır.’ diye boşuna konuşmuştum anlaşılan… Hediye getirme işi -ufacık ve merkeze uzak bir köyde bile- artık bir âdete dönüşmüş, şart gibi görülmüştü demek ki! Getirilen hediyelerin hemen hepsi annelerinin el emeği, göz nuruydu. Anadolu insanının sevgisini, küskünlüğünü, hasretini, öfkesini sessizce anlattığı eşsiz kilim desenleriyle bezenmiş patikler, her biri farklı bir yaşamı, farklı bir kadının hikayesini anlatan renk renk oyalarıyla tülbentler, çeyiz sandığından çıkıp da buram buram naftalin kokan işlemeli bohçalar, puf puf kabarmış bazlamalar, tel tel dökülen gözlemeler… Tüm bu hediyeler karşısında ‘Köy halkı ne kadar hünerli olduğunu göstermeye karar almış herhalde!’ diye düşündüm içimden.
Sınıfta teker teker dolaşmaya devam ediyordum ve Minik Ayşe’nin sırasına gelmiştim. Bu kız o kadar şirindi ki ona gülümsemeden bakmak neredeyse imkânsızdı. Sınıfa ilk girdiğim gün Minik Ayşe’yi birinin kardeşi zannetmiştim, çocuğun üzerinde önlük yoktu ve ancak 4–5 yaşlarında görünüyordu. Sonradan Ayşe’nin çok fakir bir ailenin beş çocuğundan birisi olduğunu ve bakımsızlıktan böyle minik kaldığını öğrenmiştim. Tesadüf bu ya, Ayşe’nin kendisi gibi soyadı da Minik’ti. Dolayısıyla bu onun hem lakabı olmuş oldu, hem de ona ve bal rengi kocaman gözlerine ayrı bir sevimlilik kattı.
Sırasına ulaştığımda Ayşecik tek avucu sımsıkı kapalı olarak sıradan kalktı. Kocaman yüreğiyle hiç örtüşmeyen incecik sesiyle "Örtmenim!"
Sponsorlu Bağlantılar
dedi "Bunu size getirdim."
Minicik elin mengene gibi sımsıkı kapanan parmakları yavaşça açıldı, açıldı ve gülümsemem yüzümde donup kaldı. Sabahtan beri gülümsemekten ağrımış olan yanaklarım kasılıp kalmış, şaşkınlıktan ne tepki vereceğimi bir türlü kestirememiştim. Açılan o minicik avucun içinde, ancak o avuca sığabilecek kadar küçücük bir mandalina duruyordu zira.
Bir anlık tepkiyle, hiç düşünmeden ‘Canım,’ dedim "Biliyorsun ki, onu sen yersen, ben daha çok sevinirim."
Minik Ayşe daha da incelen bir sesle yineledi. ‘Örtmenim, bunu size getirdim.’ Ve ardından yine incecik, zor anlaşılır bir sesle ekledi ‘Anam dün pazara gittiydi, ben istedim diye bir kilo aldıydı da…’
Kısacık bir an içerisinde insan ne kadar çok şey düşünebilirmiş meğer… ‘Bir kiloda kaç mandalina vardır ki? Olsa olsa sekiz dokuz, hadi en fazla on olsun. Bunlar beş kardeş, anne-baba, bir de dedesiyle ninesi var. Adam başı bir mandalina zor düşer. Hay Allah! Ne yapsam? Bir kilo mandalinadan payına düşeni tutmuş bana getirmiş, almasam da çocuk yese daha iyi olur. Evet, evet almayayım.’
Kararımı vermiştim, bu hediyeyi almayacak, çocuğun yemesini sağlayarak ona daha faydalı olacaktım. Minik Ayşe’nin kocaman bal rengi gözlerinin içine baktım, gülümsedim ve o anda içimden ‘Ben ne yapıyorum?’ dedim.
Ayşe’nin gözlerindeki ışıltının kaybolmaya başladığını görmüş, hediyesinin -o çok değerli olan, kendi payı olan biricik mandalinasının- beğenilmediği endişesinin gözlerine yerleşmek üzere olduğunu fark etmiştim.
Hemen elimi uzatarak mandalinayı aldım ve gülümseyerek yüksek bir sesle ‘Çok teşekkür ederim, ben de mandalinayı çok severim. Akşam evde dinlenirken bunu yerim. Hem sen nereden bildin benim mandalinayı çok sevdiğimi? Bir gün ben getireyim de hep beraber yiyelim.’ dedim.
Minik Ayşe’nin gözleri şimdi ışıl ışıldı, yüzü kocaman bir gülümsemeyle daha da minikleşmişti. Öyle sevimliydi ki bu haliyle, insanın içinden yanaklarını sıkıştırmak geliyordu. Yavaşça yerine otururken büyük bir memnuniyetle ve gururla arkadaşlarına baktı.
Kalan sıraları kalbim bir mengenenin arasındaymış gibi sıkışık, boğazımda isyan dolu kelimeler düğümlenmiş bir halde zar zor dolaştım. Bu kadar sakin gözükmeyi başardığım, diğer öğrencilerime güler yüz gösterebildiğim için de kendimi takdir edip, ödül almış bir oyuncu gibi gördüm bir an.
Çalan zille birlikte öğretmenler odasına doğru koşturup arkadaşlarıma olan biteni anlattım. Herkese bir suskunluk çökmüş, söyleyecek söz bulamamışlardı. Biraz önce neşe dolu sözcüklerle, kutlamalarla dolu olan odanın havası birden ağırlaşmış, içindekilerle birlikte duvarlara da hüzün çökmüştü sanki…
O derin suskunluğu ve yoğun hüznü daha fazla paylaşamadım. Hızla tuvalete doğru koşup kapıyı kilitledim ve aynaya baktım. Gözyaşlarım beynimin ‘Dur!’ emrini artık dinlemiyor, serbestçe yanaklarımdan aşağıya süzülüyordu. Ağlamak istemiyordum aslında, çünkü böylesine sevildiğim için çok ama çok mutlu olmuştum, ayrıca öğrencilerimle de gurur duyuyordum. Fakat tutamıyordum ki bir türlü kendimi…
Zil çalınca elimi yüzümü yıkadım, öğretmenler odasına girip hayatım boyunca unutmayacağım, her mandalina yediğimde mutlaka hatırlayacağıma emin olduğum hediyemi çantama özenle yerleştirdim. Yüzümde sevgi dolu bir gülümseme ve kalbimde sarsılmaz bir umutla sınıfıma doğru yürüdüm.
Yazan: Tolunay Sandıkçıoğlu